31 Ekim 2010 Pazar

Babalar 2010'da döndü 1.Bölüm

Bir süreden beri müzik dünyasının klasikleşmiş erkek vokallerinden bir albüm yağmuru var.Kimin önce çıkardığını çok incelemedim ama halimden son derece memnun olduğumu söylemem lazım.Bu albüm yağmurunda ilk bahsetmek istediğim isimler Tom Jones ile Robert Plant.



Tom Jones altmışlı yıllardan beri piyasada olan bir isim ama biraz sonra bahsedeceğim diğer erkek vokaller arasında kendini en çok yenileyeni.Bu albüm sound olarak belki yeni bir şeyler söylemiyor ama eleştirmenlerce oldukça beğenildi.Albümün Country,Blues,gospel arasında giden bir tarzı olduğunu söyleyebilirim.Aşağıdaki parçanın adı "Trouble me"



Hiç bir zaman Led Zeppelin hayranı olmadım.Hatta Robert Plant'i Page&Plant'in "Unledded" albümüne kadarda takip ettiğimi söyleyemeyeceğim.İki sene evvelki Allison Klause ile olan çalışmalarını da çok beğenmemiştim.Eylül ayında albüm çıktığında başta biraz soğuk davransamda albümü dinledikten sonra fikrim değişti.ALbümden ilk single "Angel dance"'in videosu ise aşağıda..



19 Ekim 2010 Salı

Boston,Cape Cod, New Hampshire Seyahat Notları

4.Bölüm

Tatilimizin Boston ayağında konsere gitmediğimiz sadece bir günümüz vardı.O günü Salemde değerlendirmeyi planlamıştık.Salem Boston'a yaklaşık 45 dakika mesafede küçük bir kasaba.17.yüzyılda cadılık/büyücülük yaptıklarından dolayı yakılan insanlarla Amerikan tarihinde hatırlanan bir yer.Bu kadar vahşi bir olayı bile yeryüzünde pazarlama malzemesi olarak kullanabilecek tek ulus Amerikalılardır.Bir kasaba resmen cadılık üzerine pazarlanıyor.Bunu kötü anlamda söylemiyorum.Gayet başarılılar.

Boston'dan Salem'e trenle veya feribot ile gidilebiliyor.Biz feribotu tercih ettik.Hafta içi olmasından dolayı gayet rahat bir yolculuk oldu.Öğlene doğru Salem'e vardığımızda şehir turu için limanda bir otobüs bizi bekliyordu. Amerikada ne zaman bir tura katılsak rehberler illa komik karakterler oluyor.Hiç istisnasını görmedim.Bu katıldığımız turun rehberi de 70 yaşının üzerinde olmasına rağmen gayet dinç ve espriliydi.



Şehir turlarının iyi yanı şehrin detaylı tarihini öğrenirken, bir durak hoşunuza giderse, inip beğendiğiniz noktayı daha yakından görüp, bir sonraki tur otobüsü ile turunuza devam edebilmemizdir herhalde.Bizde öyle yaptık.Tüm tatil boyunca en çok ilgimizi çeken yerlerden biri olan "House of the Seven Gables"'da turdan ayrıldık.





Ev 1668 yılında John Turner tarafından yaptırılmış ve 3 kuşak Turner ailesinin mülkiyetinde kalmış.Çatının her bir üçgen şeklinde çıkıntısına "Gable" adı veriliyor ve adından anlaşılacağı üzere bunlardan 7 tane var.Şu anda müze haline sokulmuş ve ev içerisinde turlar düzenleniyor.Maalesef tur süresince fotograf çekmek yasaktı.Bu yüzden evin içerisinde hiç resim çekemedim. Tur evin ilk yapıldığı kısımdan başlıyor.Bu kısım yapılırken ailenin durumu nispeten daha kötüymüş.Odaların tavanları kışın kolay ısınması için oldukça alçak yapılmış.Daha sonraki bölümler ise ilerleyen yıllarda yapılmış ve tavanlar yükselmiş.Bize en ilginç gelen ise odalar arasında normal girişlerin yanı sıra küçük tünellerin olmasıydı.Hatta Rehberimiz tur sırasında kapalı yerlerde sıkıntı basanları bu tüneller yerine normal girişlerden geçirdi.Bir tanesinde her nedense ben ilk atladım ve tünelden geçerken herhalde kalacağım burada ambulansla çıkaracaklar diye düşündüm.Tünelin sonunda çıkılan odada boyumdan biraz daha yüksekçe bir oda idi.Turun sonunda tünelli geçişlerden içim sıkılsa evi o gizemli halini çok sevdim.

Ev John Turner III'ün servetin kaybetmesinden sonra el değiştirmiş ve Ingersoll'lar tarafından alınmış.Ev tam bu sıralar Nathaniel Hawthorne'a meşhur romanında ilham olmuş.Amerikan edebiyatının önemli eserleri arasında yer alan kitabın elbetteki filmide var.Merak edenler için linkide http://www.imdb.com/title/tt0032610/.



Evde tura başlamadan evvel Amerika yolculuğumuzda ilk defa bir kediye rastladık.Kedi bize yüz vermeyip sarmaşıklara elektrik kablosu saran adamı taciz etmeye gitse de aşağıdaki videoda kısa bir süre gözüküyor.Sonraki resimde görünen siyah beyaz kedi ise ilk gördüğümüzden de artist çıktı.Hiç yüz vermedi. Ben yinede büyüklük bende kalması için resimlerini yayınlıyorum.










Dönüş feribotuna bindiğimiz saat akşamüstüne geliyordu. Yolculuk sırasında hafiften uyuklarken bir yandan da acaba Apple storedan Ipad'in yanında yeni Ipod touchda mı alsam şeklinde hesaplara başladım.

Apple Store adeta kutsal bir mekan . İçerideki herkes masa masa dizilmiş yeni Apple ürünlerini hipnotize olmuş şekilde inceliyordu.Bizde arada bir yer bulup Ipad'i kurcalamaya başladık.10 dakika sonunda dolaşan satış danışmanlarından birine almak istediğim modeli söyledim.Depodan getirmeye gittiği sırada çekik bir vatandaş neden o modeli almak istediğimi sordu.Herhalde kendiside almak istiyordu ama kararsız kalmıştı.Bir ilginç gelen nokta ise satış elemanlarına direkt kredi kartı ile ödeme yapabiliyorsunuz.Kasa kavramı diye bir şey kalmamış. Faturanızı da o anda e-mailinize yolluyorlar.




Çıktığımızda yağmur yağıyordu.En yakında bir uzakdoğu restoranı bularak günü noktaladık.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Boston,Cape Cod, New Hampshire Seyahat Notları

3.Bölüm

Bostondaki 2.günümüze harbor tarafını gezerek başladık.Şehrin bu kısmına İtalyan mahallesinde geçerek ulaştık.Havanın kapalı olduğu bir gün olduğu için çok güzel fotograflar çekemedim.



Paul Revere 18.yüzyılda Boston yaşamış tarihi karakterlerinden biri.Amerika tarihi bizimki ile karşılaştırıldığında çok yeni sayılır.Tarihleri genelde doğu kıyısında geçen hikayelerle dolu.Bunlardan birinin kahramanı da Paul Revere.Tarihe atına atlayıp İngilizlerin geldiğini Bostondakilere bildirmesiyle geçmiştir.Tarihte "Midnight ride" olarak geçer.

Aşağıda konu ile çok alakalı olmasada adını ilk duyduğumda hatırladığım Beastie Boys şarkısnı bulabilirsiniz.


  Download this mp3 from Beemp3.com






Boston limanından bir şehir turu alarak aslında bir kısımını gezdiğimiz ama hikayelerinin detaylarını bilmediğimiz yerleri gördük.Bu sırada bir yandanda ilerki saatlerde gezeceğimiz yerlerinde planını yapıyorduk.
Bu turda rehberden enteresan bir bilgi öğrendik.Bildiğiniz gibi Amerikalılar için kahve çok önemli hatta hayatlarının bir en önemli parçalarından biri.Son yıllardaki en favori mekan ise Starbucks.Ancak Dunkin' Donuts'ın merkezi Canton, Massachusetts de olduğu için Boston civarında Starbucks'a pek yaşama şansı vermemiş.


Dunkin dükkanları bazı yerlerde aynı blok içerisinde 2 tane olacak kadar fazla sayıda.Favori donutım "Boston Creme"'ide Boston yemekde ayrıca ilginç bunuda konuyu açmışken belirteyim.




İstanbulda modern sanat organizasyonlarında çok eğlendiğimiz için burada "Institute of Contemporary Art" gitmek istiyorduk.Müze çalışanları herhalde şimdiye kadar girdiğim müzeler arasında en antipatik çalışanlara sahip.Hem itici hem kabalar.İçeride en çok minyatür kıyafetlerden oluşan bölüm hoşumuza gitti.Maalesef resim çekimi yasak olduğunda gösterebileceğim bir fotograf yok.Müzenin tükkanınıda çok sevmediğimiz için asaplarımız bozuk bir şekilde dışarı çıktık.






Bu müzeyi seçme nedenlerimizde biride akşamki Bank of America Pavilliondaki "Vampire Weekend" konseriydi.Konserden evvel biletimizi alacağımız için biraz erken gittik.Bileti aldıktan sonra kapıdaki sıraya baktığımızda yaş ortalamasının 15-16 olduğunu görünce biraz hayal kırıklığına uğrasakta arada yaşımıza yakın insanlarıda gördük.Daha sonradan anladık ki onlarda çocuklarını konsere getirmiş velilermiş.Kapılar açılıp içeri girince öncelikle tshirt aldım.Konser verilecek mekan tam anlamıyla kapalı olmayan bir yerdi.Yaklaşık 5000 kişilik mekanın tamamı doluydu.2 sıkıcı ön gruptan sonra konser başladığında herkes ayaktaydı.Kariyerleri ile oynamamak için isimlerini burada vermiyorum heheheh.



İki albümü olan grup "Holiday" ile başlayıp "Walcott" ile bitirdi konseri.İlk albümde bol bol isimleri geçen "Cape Cod" ,"Hyannis" gibi yerlerin bu kadar yakınında grubu dinlemek ayrıca enteresan bir duygu oldu.

Erken gelmemiz ikide sıkıcı ön grubu beklememizden dolayı bol bol etrafı seyrettik. Önümüzde 15-16 yaşında olan dört tane kızdan oluşan grup konser başlar başlamaz çaktırmadan esrarlı sigara içmeye başladılar.Normalde konser alanında sigara içmek bile yasaktı.Diğer yanımızda iki sakin efendi görünümlü (erkek) konser başlayana kadar i-phonelarında birbirlerine yengeç resimleri gösterirken, konser başlayınca öpüşmeye başladılar.


Vampire Weekend Live: White Sky // All Points West // Friday
Yükleyen Noisevox. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

Konser seyretiğimiz en güzel konserlerden biri oldu.Yaklaşık ön gruplar dahil 4 saate yakın sürdü.Otele vardığımızda saat oldukça geçti ve bütün gün yürümenin daha sonrada Vampire Weekend eşliğinde tepinmekten yorgunluktan hemen uykuya daldık.
Bugünün en ilginç noktalarından biride Dünya Basketbol şampiyonasında Türkiye - Amerika finalinin hiç bir TV kanalında gösterilmemesi.Sırf görürüz ümidiyle bir sports-bar'a girdik.Ertesi günde Amerikanın şampiyonluğu gazetede küçücük bir haber olarak yer aldı.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Chris Botti Live in Haliç

Boston yazısına biraz ara verip cuma akşamki Chris Botti konserini biraz yazmak istiyorum. Öncelikle Haliç kongre merkezinden başlıyayım.Bir kongre merkezi açıp internete kroki konmamasından şüphelensemde aslında yeri çok kolaymış.Hatta sabah giderken Haliç köprüsünden göründüğünü fark ettim. Mecidiyeköy den Topkapı yönüne giderken Halıcıoğlu sapağından çıktıktan sonra okları takip ederek bulunabiliyor. O yönde girişi kaçırınca biraz ilerden dönmek zorunda kaldık ve o yörenin Uykulukçuları meşhurmuş.Eve gelince "uykuluk nedir?" diye araştırma yaptım. Bilmeyenler aşağıdaki linkten bakabilir.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Uykuluk

Cahilliğimizi ortaya koyduktan sonra konuyu daha fazla dağıtmayalım.Kapıda Valelere arabayı teslim ettikten sonra,o gün açıldığını öğrendiğimiz restorana girdik.Menüsü fena değil ve yeni açılmış olmasına rağmen yemeklerde çok ciddi aksaklık olmadan servisimiz yapıldı.Ancak içecekler her nedense çok pahalı.Coca-Cola 12 TL mesela.Yemeklerin fiyatları 20-30 TL arasında değişirken içeceklerin bu kadar pahalı çok manasız geldi.

Konser biletimizi balkondan almamıza rağmen balkon girişindeki görevli bir sorundan dolayı bize yeni bilet vereceğini söyledi.Balkon açılmamıştı.Sonradan anlaşıldı ki sorun bilet satılmaması salonun boş olmasıymış.Konser başlamadan dahada önlere geçtik.


Chriss Botti (live, 2008)
Yükleyen barrlass. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

Konser çok başarılıydı.Eşlik edenler arasında Fahir Atakoğluda vardı.Özelikle "Cinema Paradiso"yu çok beğendim.Chris Botti bizim için ilginç bir yeri vardır.Konser sırasında anlattığına göre 2004 yılından beri turdalarmış.Bu süre zarfında bir kere İstanbul'da iki kerede Amerika'da aynı şehirlerde bulunmamıza rağmen bir türlü izleyememiştik.Bu tür gösterilerin bir özelliği de her şeyin planlı olması.Son çıkan "Live in Boston" konser DVDsindeki ara konuşmaları bu konserdekilerle birebir aynı diyebilirim.


Sting Chris Botti - What Are You Doing ....
Yükleyen Nalmya. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaÅ�ayın!

Maalesef konserin çıkışında yaşadıklarımız bütün konserini büyüsünü bozdu.Valeye araba veren bir tek biz olmadığımızı sağanak yağmur altında yarım saate yakın bekleyince öğrendik.Bir kongre merkezi yapıp küçücük otopark yapmak sadece Türkiye'ye mahsus bir olaydır herhalde.Tam arabamızı alıp yola çıktığımız dakikalarda Almanya'nın 3.golü haberi gelince küfürlerimi bu seferde Hiddink'e yöneltip otopark rezaletini unuttum.İyice balık hafızalı mı oldum ne?

7 Ekim 2010 Perşembe

Boston,Cape Cod, New Hampshire Seyahat Notları

2.bölüm

Science Museum benim için ikinci önemli kısmı vardi.Bunlardan birincisi müzenin Escher ile ilgili kısmı.Bizim eve gelenler Escher'i ne kadar sevdiğimi bilir ama yine de "kimdi o ya?" diyenler için bilgi amaçlı şu linki koymayı kendime görev bilirim.

http://en.wikipedia.org/wiki/M._C._Escher

Çok değişik bilmediğim resmi karşımıza çıkmadıysada aşağıdaki resmi ziyaretçilere çizdirmelerini çok orjinal buldum.



Aklınıza gelecek her yaştan yetenekli, yeteneksiz ayırt edilmeden bütün resimler bir panoda sergileniyordu.Resimler sanki kendileri ellerinde öyle bir küreyi tutuyormuşlarcasına çizilmişti.



Science Museum'dan sonraki durağımız North End di.North End son derece eğlenceli canlı bir yer.Hatta katıldığımız şehir turunda rehber Disney world'den sonra Amerikadaki en popüler turist mekanı olduğunu söyledi.Çeşitli dükkanlar, restaurantlar,sokak çalgıcıları arasında bir kaç saat geçirdik.Bilmiyorum okuyan kaç kişi Cheer's dizisini hatırlar.Hani Ted Danson'ın oynadığı bir barda geçen bir diziydi.Aşağıdaki logoyu görenler belki daha iyi hatırlıyanlar olmuştur.



Dizi Boston'da bir bardan esinlenerek çekilmiş ve Boston'da iki tane Cheers bar var.Bir tanesi gerçekten dizinin içinde dışı görünen bar, diğeride North End'de sonradan dizidekine benzetilerek yapılan bar.Amerikalılar bu tür pazarlama konularında çok başarılılar.Hemen dışında birde hediyelik dükkanıda koyup 80 yıllarda bitmiş diziyi pazarlamaya sürdürüyorlar.

Bu arada Ted Danson'ın sevenler için birde yeni dizi önereyim konuyu fazla dağıtmadan.

http://en.wikipedia.org/wiki/Bored_to_Death

İlerki günlerde esas esin kaynağı olan Cheer's barınada gittik.Yetmedi ikisininde hediyelik dükkanından alışveriş yaptık.North End'de bana ikinci ilginç gelen bana sorarsanız son zamanlardaki çıkan en başarılı markanın dükkanı.



Kimileri tarafından çok eleştirilsede bence son derece dayanıklı ve makul fiyatları olan bir marka.Üstelik dükkana gidince ne kadarda çok çeşidi olduğunu gördük.Fantazi modellerine kaçılmadığı sürece 30-40 dolar civarına çok değişik modellerine sahip olmak mümkün.





Saatler ilerledikce o akşam gideceğimiz gösterinin heyecanı sarmaya başladı.İlk olarak 6 Eylülde benim için efsane sınıfındaki iki kişiden birini sahnede canlı seyretmiştim.Kim mi? Tabi ki Bono ve bundan sadece 5 gün sonra bu sefer ikinci efsaneyi Wang theatre seyredecektik.Jerry Seinfeld bu bahsettiğim kişi.




90'lı yıllarda popüler olan 9 sezon süren ve neredeyse her bölümünü ezbere bildiğim dizinin yaratıcısı Jerry Seinfeld belli zamanlarda böyle Stand up gösterileri yapıyormuş.Konser araştırması yaparken o tarihlere denk gelmesi beni çok sevindirmişti.Boston'daki talepten o gece biri yedide biri dokuzda olmak üzere 2 gösteri vardı.Biz saat 5 gibi North End de işimizi yavaş yavaş toparlayıp Wang Theatre yönüne doğru hareketlendik.O bölge New York'un Broadwayine benzer bir bölgeydi.Önce biletimizi alıp bir süre etrafta dolandıktan sonra bir saat önce sıraya girdik.Ne olur olmaz kapıları kaparlar giremeyiz diye mi nedir bilemedim.Wang tiyatrosu 3 katlı içi oldukça havalı dekore edilmiş bir yer.İlginçtir içeride her katta bizim büfe diye bildiğimiz yerlerden var.Elbette ki ilginç olan bu değil hepsinde gösteriyi seyrederken bile içebileceğiniz alkollü içecekler mevcut.Arzumun içip içip Seinfeld'e sahnede sözle sataşmasından korkarak bir bira aldık.Maalesef gösteri sırasında hiç resim çekemedim ama üçüncü kattanda olsa Jerry'i sahnede gördüm.Günlük yaşamdan gayet güzel saptamalarla bir buçuk saat nasıl geçti anlamadık.



Saat dokuzdan sonra metro istasyonundan otele shuttle servisi bittiği için dönüşümüzün nasıl olacağını düşüne düşüne metro istasyonuna geldik.İlginç bir şekilde metronun girişinde hiç bilet satılmıyordu."Amanın nasıl gireceğiz kurda kuşa yem mi olacağız" diye düşünürken içeriden bir adam "girmek mi istiyorsunuz?" diye öbür taraftan sordu."Evet" desek bir türlü "hayır" desek bir türlü bir şekilde belli belirsiz kafamızı salladık.Adam bizi akbilimsi bir şeyle içeri soktu.Hatta tek sefer okuttu ve ikimiz girdik.Adam kesin bizde para ister diye hem ilgisiz hem minnettar bir tavırla adama baktığımızda adam çoktan uzaklaşmış metrosuna biniyordu.Sevindip bizde hangi yöne gideceğimize bakarken içerinin bir garip olduğunu fark ettik.Normalde bir gidiş bir geliş yada sırf gidiş olması gereken metro istasyonunda üç tane hat vardı.Zaten içerisi tımarhane gibi kime sormak lazım diye düşünürken oklarla olmamız gerektiğini düşündüğümüz hatta doğru yürüdük.Neyseki doğru hatmış.O hat meşhur Harvard university'nin içinde bulunduğu bir çok duraktan oluşuyordu ve biz o hatı 3-4 defa kullandık.Harvard'a gidemedik ama durağına gittik hatta bir çok öğrencisi ile yanyana oturduk diye düşündük.Yok tamam abarttım bu kadarda ezik değiliz.
Durağımıza vardığımızda saat 10:30 olmuştu ve otelin yazdırdığı 94 veya 96 numaralı otobüsler ortada yok idi.Bir süre bekledik geldiğinde hemen alışkanlık en önden bindik.Allahtan şofer anlayışlı çıktıda "madem tam paran yok ne atlıyorsun arkada dünya adam birikti" diye azarlamadı bizi.

5 Ekim 2010 Salı

Boston,Cape Cod, New Hampshire Seyahat Notları

1.bölüm

Eylül ayı başlayınca öğrencilikten kalan bir alışkanlık mıdır bilmiyorum içimi bir sıkıntı kaplar.Bu sene ise durum biraz farklı.Amerika seyahatimiz Eylül'ün ikinci haftasına geldi ve bu sıkıntı kendini heyecana bıraktı.Geleli iki hafta olmasına rağmen hala etkisindeyim.Dönüşten sonraki günlerim biraz jet-lag biraz bunalım, birazda sindirim/bağırsak problemleri ile geçer.Takashiden sonra tatilin yedinci sekizinci gününde hafiften özleme kıpırtıları başladığı için dönmesek nasıl olur diye düşünmüyorum artık.

Neyse uzatmayalım bu sene Amerika tatili planlarına başlamamız bu sefer biraz uzadı.Geçen sene batı kıyısına uçmamız o kadar uzun geldiki bu sene gözümüz yemedi.Florida hayallerimiz ise fırtına sezonu dolayısıyla başlamadan bitti ve en sonunda Bostonda karar kıldık.İyiki de öyle oldu.Boston da gece hayatı son derece renkli.Nerdeyse her akşam bir konsere gidebilirdik.Detayları daha ilerki bölümlerde vereceğim.Amerika tatilerimizde genellikle hep bir kaç konsere gitmeye çalışıyoruz.Burada amacımız hem Türkiyeye gelme şansı az olan sanatçıları görme hemde biraz medeni bir ortamda konser seyretme ihtiyacımızdan.Medeni ortam derken kesinlikle bir aşağılama yada ukalalık yok ama fark ettim ki son gittiğim konserlerden sonra ya ortamdaki insanlardan ya salonun fiziksel şartlarında şikayet eder oldum.Mesela U2 konserinden sonraki konuşmalarımın yüzde 20-30 u nasıl gittiğim ve nasıl döndüğüm üzerine.Bu bahsettiğim konseri 20 yıldır bekliyorum desem ruh halimi sanırım anlatmış olurum.

Amerika planları Trektur vasıtası ile havayolu seçimi ile başlar.Genelde bu süreç 2 ila 3 ay arasında sürer.En sonunda artık rezervasyonumun yenilenemediğini bildiren telefonlada sona erer.Aslında en hesaplı bilet seçmeye yönelik bu süreç sonunda en kaliteli hizmeti veren havayolunuda seçmem anlamına gelmez.Uçağın sağsalim Amerika kıtasına ulaşması yeterlidir.Bunları yazmamın nedeni bu tatile Alitalia ile gitmemiz ve "kalitede daha alta düşemezdik herhalde" diye düşüncem. Uçak modellerinden hiç anlamasamda koltukların ve ekranların durumundan uçağın (ve hatta hosteslerin) 1980'li yıllardan kaldığından şüphelendim.En güzel örnekte ön koltuğun arka döşemesi masayı indirince masayla birlikte inmesi herhalde.Neyse bu kadar aşağılamama rağmen uçaklarda gecikme bavularda bir kayıp olmadan gittik geldik hakkını burada vermek lazım. Sabaha karşı 3 gibi bir saatte evden ayrılıp Roma uçağına binmemizle tatilimiz başladı.Bu kadar erken gitmenin iyi yanı Amerika saatiyle öğlende Bostona varmamızı sağlamış olması tabiki.Bostonda arabayı kiraladıktan sonra Hyannis'e doğru yola çıktık.




Boston Cape Cod arası tünellere girince GPS cihazına rağmen kaybolup yaklaşık bir 30 dakika kadar tünelin içi senin Bostonun dışı benim dolaşmamıza rağmen 4 civarı otelimize vardık.Otel gerçektende Tripadvisorda aldığı yıldızların ve övgülerin hepsini hakediyor.Sahipleri Teri ve Al çok yardımcılar kaldığımız oda da çok güzeldi.Hyannis beklediğimden oldukça sönük bir yer.




Haritada görüldüğü üzere Nantucket ve Martha's vineyard gibi turistik adalara çok yakın ve gemiler ana karada buradan kalkıyor.Hyannisi ben biraz Bandırmaya benzettim.Aşagıdaki ilk videoda Hyannis limanı sonrakinde ise kaldığımız oda var.





İkinci gün planlarımız arasında Provincetown'u keşfetme ve Balina izleme turuna katılmak vardı.(http://www.whalewatch.com/) Erken kalkıp otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra Provincetown yola çıktık.P-Town Cape Cod olarak geçen burunun en uç noktası.Hyannis'e yaklaşık 45 dk mesafede.Planları yaparken haritadan baktığımda hayalini kurduğum araba ile deniz kenarından yolculuk maalesef gerçekleşmedi genelde deniz(el alışkanlığı aslında okyanusa) pek görmeden araba yolculuğumuzu yaptık.Provincetown biraz hayal kırıklığı olsada evcil hayvan(özelliklere köpeklere)sevgisi ile gözümüze girdi.






Yaklaşık 3 saatlik bir tur balina izleme turu.Balina gösterebilmelerine göre bazen artı bazen eksi yönde 3 saat değişebiliyor.Bizim şansımız vardı bolca gördük.Yolculuk boyunca mikrofonlardan balinalar ve diğer görülebilecek canlılar hakkında bilgi veriliyor.Karadan belli bir uzaklığa gelinincede nereden balinanın görülebileceğini söylüyorlar.O sıralarda tekne koşuşma çok komikti.






3 saatin sonunda tatmin edici miktarda balina gördük ve karaya doğru hareketlendik. Amerika'nın herhalde en acayip yanı her yemek sırasında garsona veya büfeci vs "kardeşim bunu insan yiyecek nedir bu ailece mi yiyeceğiz"deme isteğimdir.Bir türlü mantıklı ölçülerde porsiyonlar gelmez ya tabakta kalır yada çöpe gider.Provincetown'da dondurma yeme girişimimizde böyle sonuçlandı ve 2 top olarak istediğim dondurma daha külaha bile ulaşamadan çöpe gittik.Zira yemeye çalışsa idim herhalde 2000 kaloriyi bir dondurma ile alacaktım.

Hyannis'e yola çıktığımızda hala görmemiz gereken yerler olduğunu düşünüp,otelde Teri'nin bize verdiği haritaları karıştırıyorduk.En sonunda Orleans (dikkat New değil sadece Orleans) adı verilen yerden sahil yoluna girdik.Bu plajda şimdiye kadar hiç görmediğim bir manzara ile karşılaştım.Sanki başka bir dünyada gibiydik.Hani nasıl açıklasam bilemedim.Lord of the rings gibi bir fantastik filmin dekorunda gibiydik.Biz Türkiyede gel-git olayına pek alışık değiliz.Elbette burada vardır ama bu kadar fazla değildir.Okyanus bir 500 m kadar çekilmiş ama aralardada ufak tefek su birikintileride kalmış.İnsanlar şezlonglarını piknik tüplerini yalançı (evet yalançı)dolmalarını almışlar kendi hallerinde takılıyorlardı.(piknik tüpü kısmını ben uydurdum tabiki)İlginçtir açık bir sahil olmasına rağmen tek bir çöp bile yerde yoktu.Aşağıda o sahilde çektiğim resim ve videoyu bulabilirsiniz.İş maili atar gibi hissettim.Pls see attached file hehehe.





Otelimize dönerkende ilk defa gittiğimiz bir restaurantta yemek yedik.(http://www.unos.com/)Fridays,Chili's,Denny's tarzı bir yer oldukça memnun kaldık.


Cape Cod programımız maalesef 1,5 günle sınırlı idi.Havalar daha sıcak olsa idi Orleans'da bahsettiğim plajlarda bir kezde okyanusa girmeyi çok isterdik ama olmadı.3.günümüzde Boston'a hareketlendik ama öncelikle bir Amerika tatili klasiği olan outlet mall ziyaretimizi gerçekleştirdik.Tatilimizin başında okyanus ötesi uçuşlarda bavul sınırlamasını duyduğumuz için çok dikkatli alışverişimizi yaptık.Daha doğrusu yaptım.O gün Arzumcum biraz tutuktu.Ben alırken genellikle söylenmeyi tercih etti ve çok az şey aldı.Neyseki tahriklere kapılmadım ve planlı alışverişimi kayıpsız yaptım.
(http://www.premiumoutlets.com/outlets/store_listing.asp?id=10)

Oteli seçerken ilk defa hotwire.com'dan yararlandım.Burası belli zamanlarda otellerin ismini vermeden sadece bölgeye ve yıldızına göre belli fiyatlar açıklıyor.Burayı seçerkende özellikle bedeva parkı olması ve metroya shuttle'ı olması bizim için önemliydi.Daha evvelki acı tecrübelerimizden öğrendiğimiz otopark pahalı.Şehir merkezinde normal pahalı olmayan bir restaurantta yemek parasına yakın tutarları otoparka vermişliğimiz vardır.Böyle olunca ilk gün ve son hariç Bostonda kiralık araba kullanmadık.Sabah kahvaltımızı ettikten sonra kiralık arabayı teslim ederek Boston turumuza başladık.Bostonda metro kullanımı şehir içinde gerçekten çok pratik.Ancak biz sistemi anlayana kadar 5$lık kartları alıp durduk.Halbuki Charlie card kullanmamız gerekiyormuş.Bunu öğrendiğimizde Bostonu terk etmek üzereydik.

Kiralık arabayı bıraktığımız yer Science Museum'a çok yakındı.Turumuza Arzumun "yuu çocuklar gider oraya rezalet" ıslıklamaları ile oradan başladık.



Science Museum benim için ilginç olan iki yer vardı aslında.Bunlardan birincisi Kelebek bahçesiydi.Burası çok çeşitli kelebeği içinde bulunduran küçük bir bahçe.





Mekanın arkada Boston manzarası içerde her tür renkten bir sürü kelebekle çok güzel bir görüntüsü vardı.Dışarı çıkarken beraberimizde bir kaç kelebek götürmiyelim diye iyice üstümüzü silkeledik.

26 Ağustos 2010 Perşembe

26/08/2010 Günün Şarkıları

Son zamanlarda nedendir bilmiyorum bizdeki Arabesk tarzı albümler gibi özellikle İngiltereden 50li 60lı yılların soundlarına benzer albümler çıkmaya başladı.Bunlardan bir taneside Eliza Doolittle'ın aynı isimli albümü.Şarkıcı 1988 doğumlu ve ilk albümü.Albümden 2 single çıktı bu güne kadar.Bunlardan ilki "Skinny Jeans" ikinciside "Pack up"



Eliza Doolittle - Skinny Genes
Yükleyen RMG-UK. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.



Eliza Doolittle - Pack Up
Yükleyen EMI_Music. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

Bu iki parça hariç "Moneybox" ve "Mr Medicine" favorilerim.

2010 ilk 6 aydan en çok dinlediğim 5 albüm (5.albüm)

The Gaslight Anthem - American Slang

New Jersey'li grubun 3.albümü.Albümü ilk olarak Metacriticde görüp dinlemeye karar verdim ve belkide yıl sonunda ilk üçe koyacağım bir albüm olduğuna karar verdim.Grubun üç albüde değişik plak şirketlerinden çıkmış.Bir süre önce grubun solisti Brian Fallon'ı Bruce Springsteen'le efsane şarkı "No Surrender"da seyrettiğim içinmidir bilinmez soundlarını Springsteen'e çok benzetiyorum.


no surrender - hyde park - bruce springsteen & brian fallon
Yükleyen runawaydream. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

İkinci klipte bu sefer The Gaslight Anthem konserinde Springsteen var.İlk konserde efendi efendi saçlar taralı gömlekli Brian yerine burada daha fırlama hatta nerdeyse başka biri diyeceğim biri var.


the 59 sound - bruce springsteen & gaslight anthem( glasto )
Yükleyen runawaydream. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

Albümün isim parçası American Slang hariç,Stay Lucky,The Queen of lower Chelsea benim favorilerim.


The Gaslight Anthem - 'American Slang', in-studio
Yükleyen itnmusic. - Son dakika haberler

8 Ağustos 2010 Pazar

Günün Şarkısı 10/08/2010

Robyn - Dancing On My Own

Tip olarak itici görünsede dans figürleri olmamış olsada inkar edemem.Robyn bu senenin en iyi dans albümlerinden birine imza atmış durumda."Don't Fking Tell Me What To Do","Dancehall Queen" ve tabiki "Dancing on my own" albümde favorilerim..


Robyn - Dancing On My Own
Yükleyen umusic. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

Günün Şarkısı 09/08/2010

Plan B She Said

Geçen sabah TV'de rastladım bu parçaya.Hoşuma gitti.Mahkeme görevelilerine dikkat.

Plan B 'She Said' - Director: Daniel Wolfe from Tom Lindsay on Vimeo.

Günün Şarkısı 08/08/2010

Macy Gray - Beauty In The World

Macy Gray takip ettiğim isimlerde olmasına rağmen çok sevdiğim bir albümü yoktu.Bu albüm sanki bu durumu değiştirecek."The Sellout", Velvet Revolver'ın eşlik ettiği "Kissed it" ve tabiki "Beauty in the world" abümden favorilerim.Bu şarkı çok pozitif dalgalar yayıyor.


Macy Gray - Beauty In The World
Yükleyen umusic. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

3 Ağustos 2010 Salı

Günün Şarkısı 03/08/2010

Bu sene Amerikada gideceğimiz konserlerden biride Boston House of Blues'da Slash konseri.Slash'ın üstüste çıkardığı iki albüm var 2009 ve 2010da.2010 yılındaki Manchester konser kayıtlarında oluşuyor.Diğeri ise konuk solistlerle araya bir iki GnR şarkılarını koyduğu kendini ismini taşıyan albüm.Bekletme rekorları kıran ve sonunda büyük hayal kırıklığı yaratan GnR albümünden sonra bu iki albüm benim beklentilerimi karşıladı.Aşağıdaki parçada Andrew Stockdale vokalde.


Slash - By The Sword feat Andrew Stockdale
envoyé par EMI_Music. - Regardez plus de clips, en HD !

30 Temmuz 2010 Cuma

Günün Şarkısı 30/07/2010

Bugünün şarkısını bir kaç haftadır dinliyorum aslında.Koray Candemir'in kargo sonrası Seattle günlerinden çıkan bir proje grubu.Diğer eleman Serkan Çeliköz.Albüme gelince bence bu senenin en iyilerinden.Ben şahsen 80-90 larda popülerliğini yitirmiş ağlak vokalli soundlardan sıkılmaya başladım iyice.Bu albüm sound olarakda gayet modern.Kargo ile yolların ayrılması sanki hayırlı olmuş.Kargo Mirkelam ortak albümüde son derece başarılı bir albüm.


Maskott - Nadas
envoyé par geckalmissermin. - Regardez plus de clips, en HD !

Birde bu kadar bahsetmişken Kargo Mirkelam şarkısıda koyalımda tam olsun.


Mirkelam & Kargo - Yollar (2010) by Aluxton
envoyé par Aluxton69. - Regardez d'autres vidéos de musique.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

2010 ilk 6 aydan en çok dinlediğim 5 albüm (4.albüm)

Vampire Weekend - Contra

Amerika seyahatlerinin en sevdiğim yanlarından biri orada gittiğimiz konserler. Seyahat tarihlerimizi belirlerken kim nerde turnede gibi araştırma olayına girmedğimiz içindir ki kim çıkarsa şansımıza onun konserine gidiyoruz.Bu sene ilk defa şanısımıza Boston'da belki en çok görmek istediğimiz konserler sıralamasında ilk beşe girecek bir grup var.Başlıktanda anlaşılacağı gibi bu grup "Vampire Weekend".
Vampire Weekend'in albümü bu sene başında biraz gecikmeli olarak çıktı.İkinci albüm olması biraz kafamda soru işaretleri yaratsa ilki kadar başarılı bir albüm "Contra".
Şarkıların tamamında solist Ezra Koenig imzası var.Albümden üç parçaya klip çektiler.Aşağıdaki parça "Giving up the guns"


Vampire Weekend - "Giving Up The Gun"

Gilles Sampieri | MySpace Video

Ezra babasının verdiği bir kitaptan esinlenerek yazmış parçayı.Klipte Joe Jonas ve Jake Gyllenhaal konuk sanatçı olarak yer almışlar.
Bir küçük notta albüm kapağı ile ilgili vereyim.Kapakta yeralan resimden dolayı resimdeki kişi ile şu anda mahkemelik durumdalar.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

2010 ilk 6 aydan en çok dinlediğim 5 albüm (3.albüm)

The National - High Violet



2007 yılındaki "Boxer" albümünden sonra merakla beklediğim bir albümdü.Aradan üç yıl geçmiş.Geçen üç yılda birde Babylon'da canlı seyretme imkanı buldum.Gerçekten sahneside çok başarılı grubun.Mayıs ayında çıkan albümden iki single çıktı bugüne kadar."Bloodbuzz Ohio" ve "Anyone's Ghost".Aşağıdaki video ilk single "Bloodbuzz Ohio" parçasına ait.Sahnede Babylon duvarlarında yürüyen adamın klipteki adam olduğuna inanmak gerçekten zor.


The National - Bloodbuzz Ohio (Music Video)
Yükleyen strikegently. - Üniversite videoları.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

2010 ilk 6 aydan en çok dinlediğim 5 albüm (2.albüm)

Natalie Merchant- Leave Your Sleep



Natalie Merchant'ı ilk dinlemem 90'larda MTV Unplugged konseri sırasında olmuştu.10.000 Maniacs grubunun solisti idi o sıralar. Daha sonra solo çalışmalara başladı. En son albümünden beri 7 yıl geçti. Bu sene bir çok türü içinde barındıran bir albümle hayranları ile buluştu. Albümü 19. ve 20.yüzyıl şiirlerinden ilham alarak hazırlamış. Şairler arasında Robert Graves, Charles Manley Hopkins, Edward Lear, Ogden Nash ve Robert Louis Stevenson gibi isimler var.



Albümde o kadar değişik türler bir araya gelmiş ki, jazz, country, reggae, celtic ilk aklıma gelenler. Albüm iki formatta piyasaya sunulmuş. Biri 26 parçadan oluşan 2 disklik, diğeri de projeden seçme şarkılardan oluşan tek disklik format.
Tamamını çok beğendiğim albümde önerebileceğim şarkılar ise şöyle:
Başta Dancing Bear, Calico Pie, The King of China's Daughter, The Janitor's Boy
Aşağıdaki video ise açılış parçası "Nursery Rhyme of Innocence and Experience"a ait.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

2010 ilk 6 aydan en çok dinlediğim 5 albüm

Jakob Dylan - Women and Country

İlk olarak benim için çok ayrı yeri olan Wallflowers ile tanıdığım bir isim Jakob Dylan. 1996 yılında favori albümlerimden biri "Bringing down horses" idi."6th Avenue heartache" "One Headlight" ve "Three Marlenas." hitleri şu anda bile dinlediğimde beni o yıllara götürür.Aradan 14 yıl geçmiş.



Daha sonra Jakob solo çalışmalara başladı.Bu senede çıkardığı albüm "Women and country" Ipodumda en çok dinlediğim 5.albüm haline geldi.New Orleans tarzı "Lend a Hand",Chris Isaak tarzına benzettiğim "Truth for a truth" favori parçalarım.Soundu yer yer Bruce Springsteen yer yer Tom Waits'e benzettim.

Maalesef Youtube hariç bu albümden bir video bulamadım.Aşağıdaki şarkısının adı "They've trapped us boys"

28 Haziran 2010 Pazartesi

Gülercans in Paris

Blog olayına girdiğimden beri hep bir seyahati buraya yazmak istedim ama bir türlü yazamadım. En sonunda bu sefer inat ettim, biraz da bizden sonra gidecek arkadaşlarımın motivasyonu ile yazmaya başlıyorum hayırlı olsun herkese.... Seyahate giderken en zor gelen kısım Takashimiz'den ayrılmak sanıyorum. Takashi de artık büyüdü ve hayatındaki bu gibi değişikliklere tepki veriyor. Bavullar çıktığı ve bizim hazırlığa başladığımız sıralarda o da hemen tepkisini koyuyor. Gidip yatağın altında oturuyor ve biz gidene kadar yüzümüze bakmıyor. Neyse konuyu fazla dağıtmayalım. Pazartesi sabahı ayarladığımız shuttle ile 3 saat öncesinden havaalanına varıp Onur Air kontuarını aramaya başladık. Her ne kadar sıradaki tiplerden biraz ürksek de, uçak boştu ve üçlü sırada yanımız boş gittik. Uzun süre sonra belki ilk defa olarak ağlayan bir çocuk ön veya arka sıramızda olmadan bir yolculuk yaptık. Fransa pasaport kontrolünde bir EU, bir de Non EU ülkeler için kontuar açılmış ve aynı anda 2 uçağın inmiş olması bizim sırada beklememizi uzattı. Her zamanki gibi dürüstlüğümüz tuttu ve bazı Türkler gibi non EU sırasına geçmedik ve uçaktaki son 3-4 yolcudan biri olarak pasaport kuyruğundan çıktık. Haliyle bavullarımız da çoktan çıkmıştı. Rehberler bizi otel transferleri için minibüslere götürdü ve yaklaşık 1 saatlik bir yolculuktan sonra otelimize ulaştık. Benim en büyük beklentim Arzum'u Fransızca konuşturup benim hiç konuşmalara katılmamamdı; ancak adi Fransızlar aksanınızı beğenmezler ise konuşmaya İngilizce devam ediyorlar. Tatilimizin 21 Haziran'da başlaması aslında hoş bir sürpriz oldu. Nedeni ise Hayat Bilgisi derslerinden hatırlayacağınız gibi 21 Haziran'ın en uzun gün olması. Dolayısıyla saat 8 gibi otele yerleşip dışarı çıktığımızda hava hala öğleden sonra dört gibiydi. 21 Haziran'ın bir başka önemi de Fransa'da "Fete de la musique" diye adlandırılan müzik bayramı olması. Bunun anlamı ise her köşe başında bir hareket, bir kalabalık, şarkı söyleyen insanlar demekti. Metroya bindiğimizde adeta kendimizi Eminönü'ndeki bir halk otobüsünde hissettik. Montparnasse Bienvenue istasyonundan metroya bindik, kalabalıktan yüzümüz cama yapışık bir şekilde Odéon'a vardık. Odéon civarında St Germain bulvarı üzerindeki kafelerden birinde karnımızı doyurduk ve aşağıdaki ilk çekimimizi gerçekleştirdik.
Daha sonra, St Germain bulvarını St André des Arts sokağına bağlayan güzel bir pasajı geçtik. St André des Arts sokağından Fontaine St Michel’e çıktık. Aşağıda o akşamki kalabalığı anlatan bir video var.
St Michel köprüsünden Seine’in karşı kıyısına geçtik. Pont Neuf’e kadar yürüdük ve bu köprü üzerinden tekrar karşıya geçip, Hotel des Monnaies önündeki orkestrayı dinledik.
Tekrar St Michel metrosuna geri dönüp metroya bindik ve otele geri döndük böylece günü noktaladık. Ertesi sabah bitiş saatini tam bilemediğimiz için kahvaltıyı kaçırdık ve güne tahminimizden biraz geç başladık.
Önce, Ile de la Cité üzerindeki Cité metro istasyonunda indik ve Notre Dame kilisesine gittik. Kilisenin kulelerine çıkalabiliyordu ama sıra o kadar uzundu ki buna cesaret edemedik. Ada üzerindeki, çiçek ve kuş pazarında gezindik ve yakındaki Sainte Chapelle kilisesine gittik; ama yine uzun sıra yüzünden oraya da girmedik (aslında galiba sıra beklememe huyumla alakalı bu durum). Ile de la Cité’den Ile St Louis’ye geçtik. Bu küçük adanın sokaklarında yürüdük. Dükkanlara ve kafelere baktık. Meşhur Bertillon dondurmacısı kapalıydı. Büyük beklentimiz olduğu için biraz hayal kırıklığına uğradıysak da başka yer aramaya başladık. Bu arada gitmek isteyenler için küçük bir not salı ve çarşamba günleri mekan kapalı.
Biz de geriye dönerek tam adanın girişindeki Le Flore en l’ile restoran / kafesine oturduk. Bertillon dondurması (siyah çikolata ve frambuazlı) ve karışık makaron yedik (yukarıdaki videoda tam arkamızda gözüken kafe). Burada Arzum'u ilk defa Fransızca konuşurken görüntüledim.
Ile St Louis’den tekrar Ile de la Cité’ye geçtik ve Pont Neuf’e kadar yürüyüp köprüyü geçtik. Hotel des Monnaies önünden geçtik ve Pont des arts üzerinden Louvre’un bahçesine geçtik.
Fotograflarından tanıdığımız piramidi bu seferde yakından gördük. Piramid'in arkasındaki Arc de Triomphe de Carousel’den Jardin des Tuileries’ye geçtik. Havuzun kenarında oturduk. Oradan dışarı Rue Rivoli’ye geçtik, dükkanlara baktık ve Place de la Concorde’a ulaştık. Bu meydandan Champs Elysées caddesine geçtik. Uzun süreden sonra ilk defa CD aldım. Virginlerin birer ikişer kapandığını bildiğim için Paris'de olduğunu duyduğumda şaşırmıştım ama günümüzdeki müzik indirme işinin karşısında gerçekten de hiç şansları yok. 4 tanesi 20 Euroya albümler satın aldım. O da yetmedi Eylül ayındaki konsere hazırlık olsun diye bir U2 konser DVD'si satın aldım. Müzik piyasasına verdiğim desteğin enerjisi ile tekrar yola çıktık; bu sefer de Adidas'a girdik. Adidas Dünya kupası nedeniyle formaları ön plana çıkarmış. Tatilden 1 hafta önce kışlıkları kaldırırken saydım 18 tane formam var. Bunların büyük çoğunluğu yaptığımız tatillerde aldığım, milli takım formaları. Yaklaşık 1 haftalık telkin işe yaradı ve forma almadan sadece bir Dünya kupası tişörtü ile dükkandan ayrıldık. Avenue de Montaigne üzerinden tekrar Seine kıyısına, Bateaux Mouches denen teknelerin kalktığı Pont Alma’ya geldik. Seine üzerinde yaklaşık 1 saatlik bir tekne gezisi yaptık. Bu tür gezilerde insanları gözlemlemek hoşuma gider. Önümüzde neşeli bir grup vardı. Bunların lisanlarını çözemedik ama sonradan anladığımız kadarıyla Brezilyalılardı. Tip olarak nispeten bize benzeyen sıcak kanlı insanlardı. Bunun yanında en önde oturan bir kadın grubundan resimimizi çekmelerini rica ettik. Önce "hiç beceremem" diye almak istemedilerse de sonradan aşağıdaki muhteşem resmi çektiler. Yorum size ait. Tekne gezisinin ardından, Pont Alma’dan Trocadero’ya kadar yürüdük. Burada Dünya Kupası nedeniyle dev ekran kurulmuştu. O gün de Fransa'nın maçı vardı ve Güney Afrikaya 2-1 yenilerek turnuvadan elendiler. Biz, Pont d’Iéna’dan geçtik ve Eiffel’e çıktık. Girişinde uzun sıra olmasına rağmen bu sefer bekledik. Beklerken yanda zenci bir vatandaş kurmalı kuş satıyordu. Arzum 8 sene evvel geldiğinde gene aynı oyuncağın satıldığını söyledi. Paris dönüşü getirilen favori hediye, renkli Eyfel anahtarlıklarının 5 tanesinin 5 Euro olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Getiren arkadaşlarınızla şimdiden arkadaşlığınızı bir kez daha gözden geçirebilirsiniz.

Eyfel'in ikinci katından etrafı çektik. Yukarıdan bakınca şehrin ne kadar düzgün planlandığı daha iyi anlaşılıyor. En üste çıkmak için ikinci defa sıraya girmedik ve aşağı indik. Yukarıda iken gözümüze kestirdiğimiz Champ de Mars parkında dinlendik. İki kişi tatil yapanların klasik problemi ikili resim çektirememe olayını aşağıdaki gibi çözdük. Her ne kadar teknedeki Amerikalı kadar iyi çekemesem de idare edin artık. Çarşamba günkü planımızın ilk durağı Sacré Coeur'e gitmekti (ya da benim deyimimle saklı köy). Burası Paris'in en tepe noktası. Fünikülerle çıkılabileceği gibi merdivenlerden de çıkılabiliyor. Bir metro biletine çıkıldığı için bizim gibi yapmayıp yürüyerek çıkmak çok daha mantıklı. Çekim olduğu için önü kapalı olsa da önce kiliseyi sonra Place Du Tertre'i gezdik. Bu meydanda zorla resminizi yapmak isteyen bir sürü ressam bulunmakta. UYARI:Bunlara tek tek cevap vermeye çalışmak boşa bir çabadır direkt kafanızla "Cık" yapmanız yeterlidir. Kenardan kalkan bir tur treni vardı ama bir grup tarafından kapatıldığı için binemedik. Bunu ilgilenenlere öneririm. Onun yerine yakındaki hediyelik eşya satan pastanemsi dükkandan frambuazlı tart ve smoothie aldık. Hatta Türkiye'de neden meyva suyu piyasasındakilerin böyle Smoothie olayına girmediğini tartıştıysak da bir sonuca varamadık. Fikri olan varsa buyursun söylesin. Aşağıdaki videoda kilisenin tarihi hikayesini Arzumcuğumun sesinden dinleyebilirsiniz. İkinci videoda ise sonlarda gözüken şişme bebekli adama dikkat.

Aşağıdaki video ise Moulin Rouge'un önünde çekildi. Buraya çıkan cadde sex shoplarla dolu ilgilenenlere... Bir sonraki video ise değişiklik olsun diye Arzum'un kedi sevdiği bir video neden koydum bilemedim.

Oradan Champs Elysées caddesine gittik. La Durée’de oturalım dedik ama çiş koktuğu için kalktık. Maalesef Paris sokaklarında böyle bir durum var. La Durée en meşhur pastanelerinden biri olmasına rağmen yol üstündeki masalarında bir çiş kokusu durumu var ama mutlaka bir içeri girip tatlıların durumunu görmenizi tavsiye ederim. Daha sonra Arc de Triomph’a çıktık. Gitmek isteyenleri bir kere burdan uyarayım yukarı çıkışta asansör yok. Dar bir kulenin içinden yaklaşık 300 basamakla yukarı çıkılıyor. Aşağıdaki ikinci videonun sonunda yüksekliği görebilirsiniz.
İnince Champs Elysées üzerindeki George V kafesinde kokteyl içip çikolatalı mousse yedik. Genelde tatilde kahvaltı ile akşam yemeği arasını dondurma, tatlı ve kahve şeklinde geçiştiriyoruz. Çok enerji sarf ettiğimizden tatlı iyi gelse de acaba doğru bir öğün şekli midir çok emin değilim.
Burada dinlendikten sonra, otele döndük, üzerimizi değiştirdik ve St Michel’deki Les Bouquinistes restoranına gitmek üzere tekrar yola çıktık. Burayı İstanbul'da yaptığımız araştırmalarda bulmuştuk. Evlilik yıldönümü yemeğimizi buraya saklamıştık. Çok lezzetli bir yemek yedik. Restoran ünlü Fransız şeflerinden Guy Savoy'un restoranlarından biri. Yaban ördeği çok lezzetliydi. Gitmek isteyenlere rezervasyonu internetten önceden yapmalarını tavsiye ederim. Mekan küçük. Gelelim son tam günümüze.Perşembe sabahı ilk durağımız Jardin de Luxembourg.Otele yürüme mesafesinde olduğundan ilk defa metroya binmeden bir güne başladık.Yaklaşık 10 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra vardık.Şehrin ortasında ağaçlıklı bir alandan.Meraklılarına İstanbuldan götürecekleri dolma ve kuru köfteleri götürerek piknik yapmalarını öneririm.



Buradan Panthéon'a devam ettik.Aslında böylesine kültürel sanatsal yoğunluk olan bir yerde gidip Jean D'arc la bir tek benim gibi bir adam fotograf çektirir herhalde. Panthéon'dan devam ederek Rue de Mouffetard üzerinde dükkanlara bakmaya başladık. Bir yandanda pisboğazlık maksatlık restoran ararken gözüme vitrininde tartlar olan bir dükkan ilişti.İçeri girdik Türk olduğumuzu anlayınca bize çok iyi davrandılar.Her yaz Türkiye'ye giden Lübnanlı iki hanım işletiyormuş mekanı.Bize kıyak yapıp büyük bardakta kahve ikram ettiler.Sonuçta en ucuz yemeğimizi orada yedik.2 tart 1 kola 1 kahveye 10 Eur verdik. St Michel bulvarından Seine’e doğru yürüdük.Gibert Joseph kitapçısında kitaplara baktık.Paris’in en dar sokağı olan Rue du chat qui peche (balık tutat kedi) sokağını gördük.Bana biraz kandırılıyormuşuz gibi geldi.Birde siz bakın. Quai Tournelle üzerindeki eski kitapçılara bakarak Seine kıyısı boyunca yürüdük ve Bastille meydanına vardık.Place de Vosges’a gittik, Victor Hugo’nun evini gördük. O civardaki bir kafede tatlı yiyip kahve içtik.Kim ne derse desin Fransızlar ağzının tadını biliyor.Kahve içtiğimiz yerde bir kadın Arzuma "Çocukta çok yakışıklı demiş". L.Casta'ya benzer biriydi.Çokda abartmamak lazım.



Marais sokaklarında gezdik.Centre Pompidou’ya gittik. En üstteki restroranda manzarayı seyredip dinlendik. Daha sonra sergileri gezdik.Binaya yaklaşırken etrafımızı elinde anket benzeri bir takım kağıtlar tutan kızlar sardı.İmza topluyorlardı ama kağıtlar Fransızca olduğu için bir şey ifade etmedi bana tabiki.Bana yaklaşan tam gelirken ayağı takıldı ve kalemini düşürdü kalem yuvarlanıp sokaktaki delikten lağıma düştü.Sonradan Arzum'un dediğine göre Dilsizler için imza topluyorlarmış.Bizde kalemin düşmesinin verdiği şaşkınlıktan yararlanıp aralarında sıyrıldık.Aşağıdaki videoda binanın dışının ne kadar ilginç olduğun çekmeye çalıştım.



Marais sokaklarında gezdik.Centre Pompidou’ya gittik. En üstteki restroranda manzarayı seyredip dinlendik. Daha sonra sergileri gezdik.Oradan metroyla, Boulevard Montmartre’daki Hard Rock Cafe’ye gittik.Kafelerin, restoranların olduğu Boulevard des Italiens boyunca yürüdük ve Leon de Bruxelles’de midye yedik.Midyeler eskisi kadar lezzetli gelmesede güzel bir yemek oldu.Opera meydanına ve oradan da Madeleine’e kadar yürüyüp otele döndük.Son günümüzde böyle bitti.

17 Haziran 2010 Perşembe

Günün şarkısı 17/06/2010

Saint Lu - Don't Miss Your Own Life

16 Haziran 2010 Çarşamba

Günün Şarkısı 16/06/2010



Her ne kadar country tarzından dolayı Amerikalı gibi dursalarda Mumford & Sons İngiltereden bir grup.İngilizlerin favori müziği olmamasından dolayıda daha çok başka ülkelerde başarılı olmuşlar.Özellikle "Little Lion Man"'de içinde bulunduğu "Sigh No More"albümü Avustralyada 1 numaraya kadar yükselmiş.

Bugünkü şarkımı evimizdeki küçük aslanımıza adıyorum.


Mumford & Sons / Little Lion Man video

Mumford and Sons | MySpace Müzik Videoları

15 Haziran 2010 Salı

The Twilight Saga: Eclipse Soundtrack

Twilight serisinin ilk filminden sonra ümidi kesip devam filmlerini seyretmedim.Film müzikleri ise her seferinde çıtayı daha yükseğe çıkartıyor ve bizi bir sonraki filmi (daha doğrusu soundtrackini) merakla bekletiyor.



Serinin New Moon filminin soundtrackinde Death Cab For Cutie, Thom Yorke, The Killers, Muse, Editors yer almıştı.Üzerinden 1 yıl bile geçmeden belkide bu derlemeden daha başarılı denebilecek bir albüm daha geldi.Liste şöyle;

"Eclipse (All Yours)" (Metric) – 3:38
"Neutron Star Collision (Love Is Forever)" (Muse) – 3:50
"Ours" (The Bravery) – 3:47
"Heavy in Your Arms" (Florence + the Machine) – 4:42
"My Love" (Sia) – 5:07
"Atlas" (Fanfarlo) – 3:23
"Chop and Change" (The Black Keys) – 2:21
"Rolling in on a Burning Tire" (The Dead Weather) – 3:53
"Let's Get Lost" (Beck and Bat for Lashes) – 4:07
"Jonathan Low" (Vampire Weekend) – 3:30
"With You in My Head" (UNKLE featuring The Black Angels) – 4:40
"A Million Miles an Hour" (Eastern Conference Champions) – 4:03
"Life on Earth" (Band of Horses) – 5:28
"What Part of Forever" (Cee-Lo Green) – 3:55
"Jacob's Theme" (Howard Shore) – 2:27

Tamamı çok başarılı diyebilirim ama özellikle Muse ,The Dead Weather ve Sia yı çok beğendim.Sia'nın seslendirdiği "My love" son yıllarda duyduğum en başarılı slow parçalardan biri.Yazıyı Muse'un parça ile bitireyimde tam olsun bari...


Neutron Star Collision (Love Is Forever)

MUSE | MySpace Müzik Videoları