28 Haziran 2010 Pazartesi

Gülercans in Paris

Blog olayına girdiğimden beri hep bir seyahati buraya yazmak istedim ama bir türlü yazamadım. En sonunda bu sefer inat ettim, biraz da bizden sonra gidecek arkadaşlarımın motivasyonu ile yazmaya başlıyorum hayırlı olsun herkese.... Seyahate giderken en zor gelen kısım Takashimiz'den ayrılmak sanıyorum. Takashi de artık büyüdü ve hayatındaki bu gibi değişikliklere tepki veriyor. Bavullar çıktığı ve bizim hazırlığa başladığımız sıralarda o da hemen tepkisini koyuyor. Gidip yatağın altında oturuyor ve biz gidene kadar yüzümüze bakmıyor. Neyse konuyu fazla dağıtmayalım. Pazartesi sabahı ayarladığımız shuttle ile 3 saat öncesinden havaalanına varıp Onur Air kontuarını aramaya başladık. Her ne kadar sıradaki tiplerden biraz ürksek de, uçak boştu ve üçlü sırada yanımız boş gittik. Uzun süre sonra belki ilk defa olarak ağlayan bir çocuk ön veya arka sıramızda olmadan bir yolculuk yaptık. Fransa pasaport kontrolünde bir EU, bir de Non EU ülkeler için kontuar açılmış ve aynı anda 2 uçağın inmiş olması bizim sırada beklememizi uzattı. Her zamanki gibi dürüstlüğümüz tuttu ve bazı Türkler gibi non EU sırasına geçmedik ve uçaktaki son 3-4 yolcudan biri olarak pasaport kuyruğundan çıktık. Haliyle bavullarımız da çoktan çıkmıştı. Rehberler bizi otel transferleri için minibüslere götürdü ve yaklaşık 1 saatlik bir yolculuktan sonra otelimize ulaştık. Benim en büyük beklentim Arzum'u Fransızca konuşturup benim hiç konuşmalara katılmamamdı; ancak adi Fransızlar aksanınızı beğenmezler ise konuşmaya İngilizce devam ediyorlar. Tatilimizin 21 Haziran'da başlaması aslında hoş bir sürpriz oldu. Nedeni ise Hayat Bilgisi derslerinden hatırlayacağınız gibi 21 Haziran'ın en uzun gün olması. Dolayısıyla saat 8 gibi otele yerleşip dışarı çıktığımızda hava hala öğleden sonra dört gibiydi. 21 Haziran'ın bir başka önemi de Fransa'da "Fete de la musique" diye adlandırılan müzik bayramı olması. Bunun anlamı ise her köşe başında bir hareket, bir kalabalık, şarkı söyleyen insanlar demekti. Metroya bindiğimizde adeta kendimizi Eminönü'ndeki bir halk otobüsünde hissettik. Montparnasse Bienvenue istasyonundan metroya bindik, kalabalıktan yüzümüz cama yapışık bir şekilde Odéon'a vardık. Odéon civarında St Germain bulvarı üzerindeki kafelerden birinde karnımızı doyurduk ve aşağıdaki ilk çekimimizi gerçekleştirdik.
Daha sonra, St Germain bulvarını St André des Arts sokağına bağlayan güzel bir pasajı geçtik. St André des Arts sokağından Fontaine St Michel’e çıktık. Aşağıda o akşamki kalabalığı anlatan bir video var.
St Michel köprüsünden Seine’in karşı kıyısına geçtik. Pont Neuf’e kadar yürüdük ve bu köprü üzerinden tekrar karşıya geçip, Hotel des Monnaies önündeki orkestrayı dinledik.
Tekrar St Michel metrosuna geri dönüp metroya bindik ve otele geri döndük böylece günü noktaladık. Ertesi sabah bitiş saatini tam bilemediğimiz için kahvaltıyı kaçırdık ve güne tahminimizden biraz geç başladık.
Önce, Ile de la Cité üzerindeki Cité metro istasyonunda indik ve Notre Dame kilisesine gittik. Kilisenin kulelerine çıkalabiliyordu ama sıra o kadar uzundu ki buna cesaret edemedik. Ada üzerindeki, çiçek ve kuş pazarında gezindik ve yakındaki Sainte Chapelle kilisesine gittik; ama yine uzun sıra yüzünden oraya da girmedik (aslında galiba sıra beklememe huyumla alakalı bu durum). Ile de la Cité’den Ile St Louis’ye geçtik. Bu küçük adanın sokaklarında yürüdük. Dükkanlara ve kafelere baktık. Meşhur Bertillon dondurmacısı kapalıydı. Büyük beklentimiz olduğu için biraz hayal kırıklığına uğradıysak da başka yer aramaya başladık. Bu arada gitmek isteyenler için küçük bir not salı ve çarşamba günleri mekan kapalı.
Biz de geriye dönerek tam adanın girişindeki Le Flore en l’ile restoran / kafesine oturduk. Bertillon dondurması (siyah çikolata ve frambuazlı) ve karışık makaron yedik (yukarıdaki videoda tam arkamızda gözüken kafe). Burada Arzum'u ilk defa Fransızca konuşurken görüntüledim.
Ile St Louis’den tekrar Ile de la Cité’ye geçtik ve Pont Neuf’e kadar yürüyüp köprüyü geçtik. Hotel des Monnaies önünden geçtik ve Pont des arts üzerinden Louvre’un bahçesine geçtik.
Fotograflarından tanıdığımız piramidi bu seferde yakından gördük. Piramid'in arkasındaki Arc de Triomphe de Carousel’den Jardin des Tuileries’ye geçtik. Havuzun kenarında oturduk. Oradan dışarı Rue Rivoli’ye geçtik, dükkanlara baktık ve Place de la Concorde’a ulaştık. Bu meydandan Champs Elysées caddesine geçtik. Uzun süreden sonra ilk defa CD aldım. Virginlerin birer ikişer kapandığını bildiğim için Paris'de olduğunu duyduğumda şaşırmıştım ama günümüzdeki müzik indirme işinin karşısında gerçekten de hiç şansları yok. 4 tanesi 20 Euroya albümler satın aldım. O da yetmedi Eylül ayındaki konsere hazırlık olsun diye bir U2 konser DVD'si satın aldım. Müzik piyasasına verdiğim desteğin enerjisi ile tekrar yola çıktık; bu sefer de Adidas'a girdik. Adidas Dünya kupası nedeniyle formaları ön plana çıkarmış. Tatilden 1 hafta önce kışlıkları kaldırırken saydım 18 tane formam var. Bunların büyük çoğunluğu yaptığımız tatillerde aldığım, milli takım formaları. Yaklaşık 1 haftalık telkin işe yaradı ve forma almadan sadece bir Dünya kupası tişörtü ile dükkandan ayrıldık. Avenue de Montaigne üzerinden tekrar Seine kıyısına, Bateaux Mouches denen teknelerin kalktığı Pont Alma’ya geldik. Seine üzerinde yaklaşık 1 saatlik bir tekne gezisi yaptık. Bu tür gezilerde insanları gözlemlemek hoşuma gider. Önümüzde neşeli bir grup vardı. Bunların lisanlarını çözemedik ama sonradan anladığımız kadarıyla Brezilyalılardı. Tip olarak nispeten bize benzeyen sıcak kanlı insanlardı. Bunun yanında en önde oturan bir kadın grubundan resimimizi çekmelerini rica ettik. Önce "hiç beceremem" diye almak istemedilerse de sonradan aşağıdaki muhteşem resmi çektiler. Yorum size ait. Tekne gezisinin ardından, Pont Alma’dan Trocadero’ya kadar yürüdük. Burada Dünya Kupası nedeniyle dev ekran kurulmuştu. O gün de Fransa'nın maçı vardı ve Güney Afrikaya 2-1 yenilerek turnuvadan elendiler. Biz, Pont d’Iéna’dan geçtik ve Eiffel’e çıktık. Girişinde uzun sıra olmasına rağmen bu sefer bekledik. Beklerken yanda zenci bir vatandaş kurmalı kuş satıyordu. Arzum 8 sene evvel geldiğinde gene aynı oyuncağın satıldığını söyledi. Paris dönüşü getirilen favori hediye, renkli Eyfel anahtarlıklarının 5 tanesinin 5 Euro olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Getiren arkadaşlarınızla şimdiden arkadaşlığınızı bir kez daha gözden geçirebilirsiniz.

Eyfel'in ikinci katından etrafı çektik. Yukarıdan bakınca şehrin ne kadar düzgün planlandığı daha iyi anlaşılıyor. En üste çıkmak için ikinci defa sıraya girmedik ve aşağı indik. Yukarıda iken gözümüze kestirdiğimiz Champ de Mars parkında dinlendik. İki kişi tatil yapanların klasik problemi ikili resim çektirememe olayını aşağıdaki gibi çözdük. Her ne kadar teknedeki Amerikalı kadar iyi çekemesem de idare edin artık. Çarşamba günkü planımızın ilk durağı Sacré Coeur'e gitmekti (ya da benim deyimimle saklı köy). Burası Paris'in en tepe noktası. Fünikülerle çıkılabileceği gibi merdivenlerden de çıkılabiliyor. Bir metro biletine çıkıldığı için bizim gibi yapmayıp yürüyerek çıkmak çok daha mantıklı. Çekim olduğu için önü kapalı olsa da önce kiliseyi sonra Place Du Tertre'i gezdik. Bu meydanda zorla resminizi yapmak isteyen bir sürü ressam bulunmakta. UYARI:Bunlara tek tek cevap vermeye çalışmak boşa bir çabadır direkt kafanızla "Cık" yapmanız yeterlidir. Kenardan kalkan bir tur treni vardı ama bir grup tarafından kapatıldığı için binemedik. Bunu ilgilenenlere öneririm. Onun yerine yakındaki hediyelik eşya satan pastanemsi dükkandan frambuazlı tart ve smoothie aldık. Hatta Türkiye'de neden meyva suyu piyasasındakilerin böyle Smoothie olayına girmediğini tartıştıysak da bir sonuca varamadık. Fikri olan varsa buyursun söylesin. Aşağıdaki videoda kilisenin tarihi hikayesini Arzumcuğumun sesinden dinleyebilirsiniz. İkinci videoda ise sonlarda gözüken şişme bebekli adama dikkat.

Aşağıdaki video ise Moulin Rouge'un önünde çekildi. Buraya çıkan cadde sex shoplarla dolu ilgilenenlere... Bir sonraki video ise değişiklik olsun diye Arzum'un kedi sevdiği bir video neden koydum bilemedim.

Oradan Champs Elysées caddesine gittik. La Durée’de oturalım dedik ama çiş koktuğu için kalktık. Maalesef Paris sokaklarında böyle bir durum var. La Durée en meşhur pastanelerinden biri olmasına rağmen yol üstündeki masalarında bir çiş kokusu durumu var ama mutlaka bir içeri girip tatlıların durumunu görmenizi tavsiye ederim. Daha sonra Arc de Triomph’a çıktık. Gitmek isteyenleri bir kere burdan uyarayım yukarı çıkışta asansör yok. Dar bir kulenin içinden yaklaşık 300 basamakla yukarı çıkılıyor. Aşağıdaki ikinci videonun sonunda yüksekliği görebilirsiniz.
İnince Champs Elysées üzerindeki George V kafesinde kokteyl içip çikolatalı mousse yedik. Genelde tatilde kahvaltı ile akşam yemeği arasını dondurma, tatlı ve kahve şeklinde geçiştiriyoruz. Çok enerji sarf ettiğimizden tatlı iyi gelse de acaba doğru bir öğün şekli midir çok emin değilim.
Burada dinlendikten sonra, otele döndük, üzerimizi değiştirdik ve St Michel’deki Les Bouquinistes restoranına gitmek üzere tekrar yola çıktık. Burayı İstanbul'da yaptığımız araştırmalarda bulmuştuk. Evlilik yıldönümü yemeğimizi buraya saklamıştık. Çok lezzetli bir yemek yedik. Restoran ünlü Fransız şeflerinden Guy Savoy'un restoranlarından biri. Yaban ördeği çok lezzetliydi. Gitmek isteyenlere rezervasyonu internetten önceden yapmalarını tavsiye ederim. Mekan küçük. Gelelim son tam günümüze.Perşembe sabahı ilk durağımız Jardin de Luxembourg.Otele yürüme mesafesinde olduğundan ilk defa metroya binmeden bir güne başladık.Yaklaşık 10 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra vardık.Şehrin ortasında ağaçlıklı bir alandan.Meraklılarına İstanbuldan götürecekleri dolma ve kuru köfteleri götürerek piknik yapmalarını öneririm.



Buradan Panthéon'a devam ettik.Aslında böylesine kültürel sanatsal yoğunluk olan bir yerde gidip Jean D'arc la bir tek benim gibi bir adam fotograf çektirir herhalde. Panthéon'dan devam ederek Rue de Mouffetard üzerinde dükkanlara bakmaya başladık. Bir yandanda pisboğazlık maksatlık restoran ararken gözüme vitrininde tartlar olan bir dükkan ilişti.İçeri girdik Türk olduğumuzu anlayınca bize çok iyi davrandılar.Her yaz Türkiye'ye giden Lübnanlı iki hanım işletiyormuş mekanı.Bize kıyak yapıp büyük bardakta kahve ikram ettiler.Sonuçta en ucuz yemeğimizi orada yedik.2 tart 1 kola 1 kahveye 10 Eur verdik. St Michel bulvarından Seine’e doğru yürüdük.Gibert Joseph kitapçısında kitaplara baktık.Paris’in en dar sokağı olan Rue du chat qui peche (balık tutat kedi) sokağını gördük.Bana biraz kandırılıyormuşuz gibi geldi.Birde siz bakın. Quai Tournelle üzerindeki eski kitapçılara bakarak Seine kıyısı boyunca yürüdük ve Bastille meydanına vardık.Place de Vosges’a gittik, Victor Hugo’nun evini gördük. O civardaki bir kafede tatlı yiyip kahve içtik.Kim ne derse desin Fransızlar ağzının tadını biliyor.Kahve içtiğimiz yerde bir kadın Arzuma "Çocukta çok yakışıklı demiş". L.Casta'ya benzer biriydi.Çokda abartmamak lazım.



Marais sokaklarında gezdik.Centre Pompidou’ya gittik. En üstteki restroranda manzarayı seyredip dinlendik. Daha sonra sergileri gezdik.Binaya yaklaşırken etrafımızı elinde anket benzeri bir takım kağıtlar tutan kızlar sardı.İmza topluyorlardı ama kağıtlar Fransızca olduğu için bir şey ifade etmedi bana tabiki.Bana yaklaşan tam gelirken ayağı takıldı ve kalemini düşürdü kalem yuvarlanıp sokaktaki delikten lağıma düştü.Sonradan Arzum'un dediğine göre Dilsizler için imza topluyorlarmış.Bizde kalemin düşmesinin verdiği şaşkınlıktan yararlanıp aralarında sıyrıldık.Aşağıdaki videoda binanın dışının ne kadar ilginç olduğun çekmeye çalıştım.



Marais sokaklarında gezdik.Centre Pompidou’ya gittik. En üstteki restroranda manzarayı seyredip dinlendik. Daha sonra sergileri gezdik.Oradan metroyla, Boulevard Montmartre’daki Hard Rock Cafe’ye gittik.Kafelerin, restoranların olduğu Boulevard des Italiens boyunca yürüdük ve Leon de Bruxelles’de midye yedik.Midyeler eskisi kadar lezzetli gelmesede güzel bir yemek oldu.Opera meydanına ve oradan da Madeleine’e kadar yürüyüp otele döndük.Son günümüzde böyle bitti.

17 Haziran 2010 Perşembe

Günün şarkısı 17/06/2010

Saint Lu - Don't Miss Your Own Life

16 Haziran 2010 Çarşamba

Günün Şarkısı 16/06/2010



Her ne kadar country tarzından dolayı Amerikalı gibi dursalarda Mumford & Sons İngiltereden bir grup.İngilizlerin favori müziği olmamasından dolayıda daha çok başka ülkelerde başarılı olmuşlar.Özellikle "Little Lion Man"'de içinde bulunduğu "Sigh No More"albümü Avustralyada 1 numaraya kadar yükselmiş.

Bugünkü şarkımı evimizdeki küçük aslanımıza adıyorum.


Mumford & Sons / Little Lion Man video

Mumford and Sons | MySpace Müzik Videoları

15 Haziran 2010 Salı

The Twilight Saga: Eclipse Soundtrack

Twilight serisinin ilk filminden sonra ümidi kesip devam filmlerini seyretmedim.Film müzikleri ise her seferinde çıtayı daha yükseğe çıkartıyor ve bizi bir sonraki filmi (daha doğrusu soundtrackini) merakla bekletiyor.



Serinin New Moon filminin soundtrackinde Death Cab For Cutie, Thom Yorke, The Killers, Muse, Editors yer almıştı.Üzerinden 1 yıl bile geçmeden belkide bu derlemeden daha başarılı denebilecek bir albüm daha geldi.Liste şöyle;

"Eclipse (All Yours)" (Metric) – 3:38
"Neutron Star Collision (Love Is Forever)" (Muse) – 3:50
"Ours" (The Bravery) – 3:47
"Heavy in Your Arms" (Florence + the Machine) – 4:42
"My Love" (Sia) – 5:07
"Atlas" (Fanfarlo) – 3:23
"Chop and Change" (The Black Keys) – 2:21
"Rolling in on a Burning Tire" (The Dead Weather) – 3:53
"Let's Get Lost" (Beck and Bat for Lashes) – 4:07
"Jonathan Low" (Vampire Weekend) – 3:30
"With You in My Head" (UNKLE featuring The Black Angels) – 4:40
"A Million Miles an Hour" (Eastern Conference Champions) – 4:03
"Life on Earth" (Band of Horses) – 5:28
"What Part of Forever" (Cee-Lo Green) – 3:55
"Jacob's Theme" (Howard Shore) – 2:27

Tamamı çok başarılı diyebilirim ama özellikle Muse ,The Dead Weather ve Sia yı çok beğendim.Sia'nın seslendirdiği "My love" son yıllarda duyduğum en başarılı slow parçalardan biri.Yazıyı Muse'un parça ile bitireyimde tam olsun bari...


Neutron Star Collision (Love Is Forever)

MUSE | MySpace Müzik Videoları

10 Haziran 2010 Perşembe

Günün Şarkısı 10/06/2010

Bu hafta biraz piyasa şarkılardan gittim.Avril Lavigne, Paramore tarzına benzetiyorum.Onlardan ayrılan özelliği ise gitar çalması.Uzun süredir gitar sololara hasret kaldığımdanmıdır nedir hoşuma gitti.Bir kaç küçük not;Michael Jackson'ın hazırlıkları sırasında öldüğü "This is it" turnesindede gitaristliğinide üstlecekmiş.
Avustralyalı,en iyi 12 kadın gitarist arasında gösteriliyor.Believe albümünün ilk singleda aşağıdaki

Orianthi - According To You

9 Haziran 2010 Çarşamba

Günün şarkısı 09/06/2010

John Mayer'ın Battle Studies albümü kesinlikle bir Continuum değil."Heartbreak Warfare" ilk dinlediğimde hoşuma giden parçalardan biri.Diğeride albümün üçüncü single olmuş zaten."Half of my heart"

John Mayer -Heartbreak Warfare


Heartbreak Warfare -John Mayer

Completly lost In Space | MySpace Video

8 Haziran 2010 Salı

Günün Şarkısı 08/06/2010

Rupa and the April fishes, Antony and The Johnsons, Florance and the Machine derken Marina and the Diamonds geldi geçen sabah Dream TV'de gözüme çarptı.Klip aşağıda sound dikkat çekici.Her ne kadar konuya isim benzerliğinden girsemde April fishes yada The Machine gibi arkada çalan bir grubu yok.Esas ismi Marina Lambrini Diamandis.Anlaşılacağı üzere Yunan asıllı.MySpace sayfasında olayı şöyle açıklamış;

"I'm Marina. You are the diamonds."

MARINA AND THE DIAMONDS | MOWGLI'S ROAD


MARINA AND THE DIAMONDS | MOWGLI'S ROAD

MARINA AND THE DIAMONDS | MySpace Müzik Videoları